SÖYLEŞİLER

BOĞAZİÇİ SÖYLEŞİLERİ #1
“Boğaziçi’nin ruhu özgürlük ve katılımcılıktır!”
Emeritus Profesör Faruk Birtek
FOTOĞRAFLAR: MAHMUT CEYLAN
Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyelerinin rektörlüğe sırtını dönerek başlattığı direniş beşinci yılına yaklaşıyor. Aslında bu direnişin kökleri, üniversitelerde rektör seçimlerinin kaldırıldığı 2016 yılına uzanıyor.
1992’de Türkiye’deki üniversitelerin kendi rektörlerini seçmesine Boğaziçi öncülük etmişti. YÖK’ün getirdiği atama düzenine karşı çıkarak, üniversitelerin demokratik iradesini ortaya koyabilmesinin yolunu açmıştı. Ancak 2016’da çıkarılan kararnameyle bu yol kapandı; rektör atama yetkisi cumhurbaşkanına verildi. Böylece Boğaziçi’nin yüzde 86 oyla seçtiği Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu’nun yerine atanmış bir rektör getirildi; üniversitenin iradesi hiçe sayıldı. O günden beri de Boğaziçi atanmış rektörlerle yönetiliyor. Demokratik ve özgürlükçü ortamın yerini baskı ve dışlama aldı.
Peki bu direniş ne için?
Boğaziçili hocalar bunca yıldır neyi korumaya çalışıyorlar?
Bu soruların yanıtını, Boğaziçi’nin değerlerini en iyi bilenlerden, benim de öğrencisi olma gururuna eriştiğim, uzun yıllar Sosyoloji Bölüm Başkanlığı yapan Emeritus Profesör Faruk Birtek’e sordum.
Hocam, öncelikle Yale Üniversitesi’nden Boğaziçi’ne geldiğiniz 1978 yılına dönmek istiyorum. O tarihte, kendi ifadenizle “ya Amerikalı olacaktınız ya Türkiyeli”. Siz “Türkiyeli olmayı” tercih ettiniz. Boğaziçi’ne geldiğinizde nasıl bir ortam buldunuz?
Uzun yıllar yurtdışında olduktan sonra Türkiye’ye dönmekte çok mütereddit idim. Boğaziçi’nde, Yale’den daha ciddi bir akademik ortam buldum. Boğaziçi’nde hiç taviz vermeden akademik mükemmellik arayışı olduğunu gördüm. Yale’den vazgeçerek şimdi 45. yılını devirmiş olan Boğaziçi serüvenine gömüldüm. Fevkalade mutlu oldum. Kendimi dünyanın en şanslı insanlarından biri addediyorum.
Boğaziçi’nin kuruluşu bu dönemdi. O tarihlerde sadece ben değil, çok sayıda hoca geldi Amerika’dan. Hepimizin ortak özelliği genç olmamızdı. Amerika’nın en iyi üniversitelerinde okumuştuk; bir kısmımız hocalık yapıyorduk. O dönemin Amerikası da bugünkünden çok farklıydı. Amerikan üniversiteleri o dönem düşünce özgürlüğünün, özgünlüğünün ve muhalif sesin odağı idi. Vietnam Savaşı karşıtı bir gençlik vardı. Akademik özgürlüğün ne demek olduğunu görmüştük. Zaten üniversitenin kıymeti de orada.
Bence üniversiteyi tanımlayan, özgün düşüncenin beşiği olmasını sağlayan eşitliktir, tartışmadır. Serbest düşüncenin, farklılığın, çeşitliliğin teşvik edildiği yerdir. Yaklaşık aynı yaşlarda ve aynı zihniyete sahip bir grup olarak Boğaziçi’nde farklı bir ortam oluşturduk. Aramızda hiyerarşi diye bir şey yoktu. Hepimiz, unvanımız ne olursa olsun eşit söz hakkına sahiptik. Bence Boğaziçi’nin ruhu tam da bu zaman doğdu.
Bir söyleşinizde “Boğaziçi’ni esas ayağa kaldıran şey 1980 darbesidir” diyorsunuz. Aslında tam tersi olması gerekmez mi? Darbe birçok özgürlüğü kısıtlamadı mı?
1980 darbesi Türkiye’nin bütün kurumlarını sarstı. Siyasi partiler kapatıldı, sendikalar dağıtıldı, basına ağır sansürler getirildi. Akademi de bundan payını aldı; üniversiteler bir baskı rejiminin içine sokuldu. Ama bizde çok güçlü bir dayanışma vardı. O baskı ortamını birlikte göğüsledik. Bu direniş birbirimizle daha sıkı kenetlenmemizi sağladı. Darbe sayesinde dayanışmayı öğrendik. YÖK gelince hepimiz daha inançlı bir şekilde özgürlüklerimize sarıldık. Aslında bizi birlik olmaya mecbur bıraktı ortam. Başka çaremiz yoktu. Yani Boğaziçi’nin korumamız gereken bir şey olduğunu idrak ettik. Bütün kaygımız akademik özgürlüğümüzü korumaktı. Bundan hiçbir zaman taviz vermedik. Çok ironiktir ki, 1980 darbesi Boğaziçi değerleri olarak adlandırdığımız hususları somutlaştırmıştır, eskilerin deyimiyle neşvünema olmuştur. Bugünkü mücadelenin kökleri oradadır.
Mesela sizin meşhur bir “sakal kesme” anekdotunuz var, adeta YÖK’e direnişin sembolü haline gelen.
YÖK, İTÜ’lü bir hoca olan Ergün Toğrol’u rektör atamıştı. Bu durum bizi oldukça rahatsız etmişti. Bir gün bana, “Sakalını ne zaman keseceksin Faruk?” diye sordu. “Bu sakal çok rektör gördü, daha da çok görür” diye cevap verdim. Ergün Toğrol zeki bir insandı. YÖK kurallarının Boğaziçi’ne işlemeyeceğini anladı; böyle şeylerin üzerine pek gitmedi.

1992’deki “korsan seçim” de Boğaziçi’nin demokrasi kültürünün önemli örneklerinden biri sayılır. Nasıl gelişti o süreç?
1992’de YÖK’ün yeni dönem rektör atamaları yaklaştığında, hocalarımızın aşağı yukarı tamamı TB 310’da Boğaziçi’nde rektör seçimi yapmaya oy birliğiyle karar verdik. Aramızdan beş kişilik bir heyet seçerek o zamanın başbakanı Süleyman Demirel’e gittik, hükümet olarak bu kararımızın arkasında durmalarını rica ettik. Demirel, fevkalade nazik ve mültefit idi. Süleyman Bey’e hatırlattım, “Siz de çok iyi bilirsiniz ki, iyi iş ancak şevk ve inançla yapılandır. Üniversite işi gönül işidir. Çünkü hocalık parayla sopayla olmaz, şevkle, inançla, sevgiyle olur.” Ve talebimizi anlattık. “Bir üniversite sahiplenme olmadan yönetilemez. Bu sahiplenmenin ilk unsuru kendi yöneticilerini seçmektir. Biz kendi rektörümüzü kendimiz seçmek istiyoruz. Seçimi hocalar yapmalı ki, seçtikleri insan da o üniversitenin bir parçası olsun. Gönlünde üniversite yoksa ne yapsan olmaz,” dedik. Demirel bizi dinledi, kapıya kadar geçirdi.
Bu seyahatin akabinde, YÖK’ün atadığı rektör hâlâ odasında otururken, biz yine TB 310’da toplanarak yeni rektörümüzü seçtik. Üç aday vardı. Üstün Ergüder en çok oyu aldı.
Bu meyanda YÖK’ten iki temsilci seçim yapmamamızı, fakat istediğimiz kişiyi rektör tayin edeceklerini bize önerdi. Biz reddettik. Demirel çok akıllı bir devlet adamıydı. Yönetmelik değişti. Tabii bu değişiklik sadece bize yönelik yapılmadı. Sayemizde Türkiye’deki tüm üniversiteler kendi rektör seçimlerini yapma hakkına kavuştu. Bu durum, YÖK’ün kurucusu olan İhsan Doğramacı’nın istifasına yol açtı. Doğramacı, rektörleri kendi tayin etmediği bir durumda YÖK başkanı olmayacağını söyleyerek istifa etti.
Yine eski bir söyleşinizde, Boğaziçi’yi geçmişte başarılı kılan üç temel unsurdan bahsediyorsunuz: Akademik ortamın eşitlikçiliği, hocalarla öğrencilerin yakın ilişkisi ve yurt dışındaki akademik kuruluşlarla köklü bilimsel işbirliği…
Boğaziçi her zaman özgürlükçü bir üniversiteydi. Başka okullarda kolay kolay rastlanmayan bir demokrasi ortamı vardı. Örneğin Bölüm Kurulları çok aktif çalışırdı. Buralarda her zaman büyük tartışmalar, fikir ayrılıkları olurdu. Ama her şey müzakere edilerek karara bağlanırdı. Üniversite Senatosu da bizleri en güzel şekilde temsil ederdi. Ben de Senato’da görev aldım. Çok da sevdim. Orada alınan kararlar, hocaların düşüncelerini yansıtırdı. Bir kere karar alındıktan sonra herkes ona saygı gösterirdi. Her hoca karar mekanizmasının bir parçasıydı. Bizler de işimizi doğru yapmak için canla başla çalışırdık. Kapımız her zaman öğrenciye açıktı.
Ben en güzel sohbetlerimi, “eğitildiğim sohbetlerimi”, ofisimde öğrencilerimle yaptım. Vakıf üniversiteleri açıldıktan sonra Boğaziçi’ne çok daha Anadolu’nun muhafazakâr ailelerinin çocukları gelmeye başladı. Ben kendilerinden çok şey öğrendim. Belki bugünkü iktidarın Boğaziçi husumeti, muhafazakâr ailelerin çocuklarının ufuklarının açılması, evrenselleşmeleri, dünyevi olmalarıdır. Boğaziçi’nin gençliği farklıdır. Bence Boğaziçi’nin öğrencileri çok nadidedir. Sadece başarısıyla değil, hoşgörüsüyle, açık zihinliliğiyle eşsizdir.

Son zamanlarda ne zaman okula gitsem bir cansızlık, bir enerji eksikliği hissediyorum. Oysa eskiden çok şenlikli bir yerdi Boğaziçi.
Şenlikli olması için çeşitlilik lazım. Boğaziçi’ni tekdüze, bir meslek kurumuna dönüştürmek istiyorlar. Bunun adı üniversite değildir ki! Üniversite bir meslek edindirme kurumu değildir. Öğrenciler de mutsuz. Kulüp odaları bile ellerinden alındı. Oysa kulüpler sosyalleşme için belki de en önemli araç. Her zaman söylüyorum, Türkiye'de gençlik eşsiz, çünkü geleneksel aile terbiyesini alıp demokratik bir dünyada yaşıyorlar. Onun için öğrenci nasıl davranacağını çok iyi biliyor. Amerika’da öğrenci biraz samimiyet gördüğünde sınırı aşar, ayağını koyar masanın üstüne. Bizim öğrencimiz öyle değildir. Aile terbiyesini almış öğrencidir, dengeyi korumasını bilir. Aile terbiyesiyle evrenselliği birleştirir.
Sizce Boğaziçi bugün hangi değerlerini kaybetme riskiyle karşı karşıya?
Öncelikle hür düşünce. Devamında tolerans… Her fikre yer açmak, dinlemek, değerlendirmek anlamında. Sonra bilimsel araştırma, özgünlük ve tutku. Eskiden en iyisini yapma tutkusu vardı hepimizde. O gün ders iyi geçmediyse gözüme uyku girmezdi. Demokrasi ve eşitlikçi düzen de çok önemli. Hocalar arasında eşitsizlik zaten yok; ama yönetimle var. Eskiden rektör de bizden biriydi, hepimiz eşittik. Bugün öyle değil. Aidiyet de Boğaziçi’ni ayakta tutan değerlerden biri. Bugüne kadar ne yaptıysak gönül bağıyla yaptık. Türkiye'ye dönmemin en önemli sebebi Boğaziçi Üniversitesi.
Bunu sorduğum için çok üzülüyorum aslında, ama sormak zorundayım. Onca yılınızı verdiğiniz okula bugün giremiyor olmanız sizde nasıl bir duygu yaratıyor?
Benim ders vermem, odamda oturup öğrencilerimi görmem, onlarla sohbet etmem beni tanımlayan, beni var eden hususlardı. Boğaziçi benim için sadece ders verdiğim bir kurum değildi. Hayatımın anlamıydı, varlık sebebimdi. Bu yasak beni yok etti. Ben, artık ben değilim. Sadece gölgem dolaşıyor.
